2 Ocak 2015

Incredible India - pt.2

Hindistan'a sabahın 04:30'u gibi saçma bir saatte vardım. Daha havaalanı tuvaletinde Hndistan'ın renkli yüzü ile tanıştım. Tuvalet levhaları yerine Hintli kadın ve erkeklerin fotoğraflarını koymuşlar. Çok hoş olmuş. İşsizliği önlemek için diye tahmin ediyorum, tuvaletlere ellerinizi yıkadıktan sonra siz kağıt peçete veren personel istihdam etmişler. 


Havaalanından otele bir şoför bırakacağı için rahattım. Rahat rahat otele giderim, diyordum ki yanıldığımı anladım. Arabada emniyet kemeri yoktu ve karanlıkta daha ilk kavşakta bir kamyonla burun buruna geldik. Böylece Hindistan'ın dillere destan trafiği ile de tanışmış oldum. Sinyal vs hak getire, Hindistan'da olay korna. Tüm arabaların arkasında "Blow Horn" yazıyor zaten. Korna sesi duymadığınız bir an bile yok neredeyse. 

Yolda giderken havaalanı kavşağındaki döner adada oturup meditasyon yapan kadınlı erkekli bir sürü insan gördüm. Sanırım güneşi selamlıyorlardı. Yanlarında da esneme hareketleri yapanlar vardı. Biraz ilerledikten sonra daha güneş doğmadan bile yoğun olan trafikte yol bisikleti antrenmanı yapan 2-3 kişi gördüm. Ben buradaki trafikte bile bisiklet sürmekten rahatsızlık duyarken onlar bu deli trafiğinde gidiyorlardı. Takdir ettim. 

Kaldığım otel Sona South City Delhi'nin dışında Gurgaon diye bir yerdeydi. Havaalanına nispeten yakın olduğu için kısa sürede varabildik. Gider gitmez uyudum biraz. Kalkınca da kendimi yollara vurdum. İlk defa bilmediğim bir ülkede haritasız bir şekilde gezmem gerekiyordu çünkü otelden de havaalanından da harita alamadım. Resepsiyondakilere taksi kiramak istediğimi söyledim fakat metro ile gezmemin daha mantıklı olduğunu söylediler. Trafik dolayısıyla taksiyle istediğim yerlere ulaşmam baya uzun sürermiş. Metro istasyonu da otele 2-3 dk yürüme mesafesinde olduğu için metro ile gitmeye karar verdim. 

Otelin bahçesi oldukça bakımlı ve güzeldi..
İlk durağım Dünya Miraslarından biri olan Qutub Minar'dı.. 13. yüzyıldan kalma Hint-İslam mimarisi örneği olan bir minare ve etrafındaki yapılar... Metro ile çok yakınına kadar gidilebiliyor. Sadece 1-2 km yürüme mesafesinde fakat elimin altında harita da internet de olmadığı için rickshaw'lardan birine binmek zorunda kaldım. Bir grup emocu tipli genç peşime takılmaya, benim rickshaw'a binmeye çalıştı ama neyse atlattım. Sonrasında da şoför beni biraz dolandırarak Qutup Minar'a bıraktı sanırım çünkü 1 km'lik yok 15-20 dk sürdü. Para için önceden anlaştığımdan benim için bir zararı da olmadı. Aslında bu şekilde ana caddeden kopup arka mahallelere de girmiş oldum. Sokaklarda çöpleri eşeleyen domuzları ve inekleri de burada gördüm... Bir sokak hayvanı olarak domuz Bolivya'dan alışık olduğum bir şeydi, Hindistan'da inek de eklenmiş oldu.

Benim gittiğim hafta Hindistan'da da resmi tatilmiş. Tüm Hintliler Delhi'ye akın etmiş sanki. Gittiğim her yerde yüz kişi kadar sıra bekledim. Hintlilere 10 rupi olan tarihi eserler yabancılara 250 rupi. Audio Guide hizmeti de sunuyorlar. Ben alamadım çünkü saf gibi ehliyet, kimlik vs'yi otelde bırakıp sadece pasaportumu alıp çıktım. Audio guide için emanet olarak pasaportumu bırakmaya da cesaret edemedim. 

Sadece Qutup Minar'da değil, gittiğim diğer tarihi mekanlarda da hep kapıdan girdikten sonrası başka bir dünya. Tertemiz pırıl pırıl bahçeler, güzel ağaçlar, bakımlı çimler var. Dışarıyı ise tabiri caizse b*k götürüyor, kalabalık ve kaos da cabası. 



 
Bu durum vakit kaybetmeme sebep olsa da mekanları Avrupalı, Amerikalı turistlerle gezmek yerine rengarenk Hintlilerle gezmek daha eğlenceli oldu. Çaktırmadan bol bol fotoğraflarını da çekmeye çalıştım. Bir yandan da onları gözlemledim. Her gittiğim yerde el ele poz veren erkekler vardı. Poz verme işini en az Japonlar kadar ciddiye alıyorlar :) Arada bir tanesi de bana "photo, photo" diye yaklaştı. Kameranı ver çekeyim, dedim. Meğer benle fotoğraf çektirmek istiyorlarmış. :) Teşekkür edip uzaklaştım. 



Qutub Minar'dan çıkışta başıma rickshawcılar ordusu üşüştü. Lotus Temple'a gitmek istiyordum ve etrafta taksi vs gibi bir imkan da yoktu. Ya sora sora doğru otobüsü bulmaya çalışacaktım ya da rickshawlardan birine binecektim. Neyse, içlerinden bana en mülayim görüneni tercih ettim ve araca bindim. Şansıma çok sevimli bir adam çıktı. İngilizce de biliyordu sohbet edecek kadar. Bana uzun uzun ailesini, çocuklarını, tatil planlarını anlattı. Sonra da hemen tanrısından bahsetmeye başladı. Lotus Temple'a beni bırakırken istersem beni bekleyip daha sonra Red Fort'a da bırakabileceğini söyledi. Ben de kabul ettim. Hazır beni kandırmayan ve güven oluşturan birini bulmuşken kaçırmak istemedim. 

Lotus Temple tüm ırklardan insanları bir kabul eden Bahai inancının bir tapınağı. Adını şekli dolayısıyla lotus çiçeğinden alıyor. Şimdiye kadar türlü ülkelerde türlü dinlere ait gördüğüm tapınak/cami/kiliseler içinde beni en çok etkileyenlerden biri oldu. Hem güzelliği hem de dinginliği çok etkileyiciydi. Yine kocaman ve tertemiz bir bahçe ile giriş yapılıyor. Kapalı alana girmeden önce ayakkabılarınızı çıkartmanız gerekiyor. Bunun için de emanetçi yapmışlar. Sistem çok düzgün işliyor. Kapıdan girmeden önce 30-40 kişinin toplanmasını bekleyip "namaste" diyerek selamlıyor ve tüm dinlere saygı gösterildiği, isteyen herkesin kendi dinine göre içeride dua edebileceği ile ilgili bilgilendirme yapılıyor. Tek istedikleri kimsenin rahatsız edilmemesi ve fotoğraf çekilmemesi. 


Görünen deli kalabalığa rağmen çok dingindi.. 

Çıkınca hemen şoförümü buldum ve Red Fort'a doğru yola koyulduk. Burası da Dünya Mirası listesindeki yerlerden biri. Mughal İmparatoru'na bir dönem ev sahipliği yapmış bir kale. Yine girişinde onlarca insan vardı ve artık sıcaktan ve nemden delice bunalmış durumdaydım. Bu yüzden Red Fort'u biraz özet şeklinde gezdim. 




Binalardan ziyade benim dikkatimi çeken yine el ele poz veren erkekler ve inşaat işinde çalışan kadınlardı. Binalardan birinde restorasyon vardı ve erkekler merdivenlerde oturup kadınların bütün yükü başlarının üstüne koydukları taslarla taşımasını bekliyorlardı. 

Bahsettiğim kadınları burada görebilirsiniz..
Red Fort'un bahçesinde de panayır gibi bir ortam vardı... 




Red Fort'tan otele dönmenin en kolay yolu metroya binmekti. Yakınlardaki Chandni Chowk metro istasyonundan direkt olarak otele giden metro vardı. Metro istasyonundan girer girmez şoka uğradım. İş çıkışı saatine denk gelmiştim ve yüzlerce insan sıkış tepiş bir şekilde metro bileti almaya çalışıyordu!! Kadınlar için ayrı bir sıra vardı. Ben de orada beklemeye başladım. Ortamdaki tek açık renkli ve uzun insan bendim. :) 45 dk kadar bekleyip bir sürü kavgaya tanık olduktan sonra biletimi alabildim. Bilet dediğim bir pul aslında. Hangi durakta ineceğinizi söyleyip ona göre pul alıyorsunuz. Metroya girerken bu pulu okutmanız, çıkarken de turnikeye atmanız gerekiyor. Bu arada trenlere inmeden önce çantaları x-ray'den geçirmek gerekiyor. 

Metrolardaki ilk vagon hep kadınlara ayrılmış durumda. Taciz ve tecavüz vakalarının önüne geçmek için böyle bir uygulama yapmışlar. Akşam kalabalıkta ben de kadınlar vagonunu tercih ediyorum. İçeride 200 kadar kadın var ve hepsi rengarenk giyinmiş. Ortam o kadar güzel ki. Çalışmaya bile yerel kıyafetle gitmeleri çok hoşuma gidiyor. Bir de kadınların saçları çok çok güzel ve sağlıklı.. Ortamdaki herkes kadın olduğu için hemen sessiz bir dayanışma da olmuş. 2 kişilik yerlere hemen 3 kişi sıkışılıyor. :)

Uzun ve yorucu bir günün ardından otele dönüyorum ve yemekte Earthwatch ekibi ile tanışıyorum.... 

2 yorum:

Unknown dedi ki...

Orada çok zor şartlarda yaşayan kadınların sağlıklı saçlarını neye borçlu olduklarını ben de çok merak ediyorum. Hepsinin saçı kapkalın, upuzun ve pasparlak. En ilginci ise hiç yıkanmıyorlar, yıkanıyorsa da seyrek ve soğuk suyla yıkanıyorlar. Eee nasıl oluyor bu iş?

Gülen Canol Tütüncü dedi ki...

Belki de keramet yıkamamaktadır.